Adapazarı’nın tenezzüh trenleri, geçmişten günümüze uzanan bir seyahat hikayesini anlatıyor. Tarihi güzellikler, nostaljik anılar ve unutulmaz yolculuklarla dolu bu yolculuk, sizi zamanda bir yolculuğa çıkaracak.
Zaman zaman zihnimde daldığım düşünce temrinlerinden, hikmetli ibare anlamında inciler keşfederek çıktığım olmuştur. Bazen bu inciler, güzel bir söz, çarpıcı bir imge, yalnız bir dize ya da içinden çıkılması güç çetrefil bir soru olmuştur. Bu yazıda, payıma düşen inci, hemen hemen herkesin zihninden geçtiğini tahmin ettiğim bir soru bulutudur: “İyi günde de kötü günde de yanına gidebildiğin, içini açabildiğin, seni sorgulamadan ve yargılamadan olduğu gibi kabul eden kaç insan, kaç dost, kaç yer, kaç köşe var ve bunların hayatındaki karşılığı ve anlamı ne?”
Beni böyle bir sorgulamanın kapısına kadar götüren, tanık olduğum bir konuşma oldu. İki arkadaş sohbet ederken, bir başka dostlarını da şifahen (sözlü olarak) konuya dâhil ederler. O andan itibaren konuşma, orada bulunmayan üçüncü şahıs üzerinden ilerler. Günlerden bir gün bu şahıs, bir ev ortamında arkadaşlarına sorar: “Diyelim ki çok zengin oldunuz, ne yaparsınız?” Oradakilerden biri hemen söze atılır ve “Köye dönerim, kendime güzel bir ev yaparım, sonraki hayatımı köyde geçiririm.” der. Gurbette yaşayan birçok taşralının hayallerine tercüman olan bu cevaptan sonra ikinci soru gelir: “Diyelim ki zenginken sıfırı tükettiniz, iflas ettiniz, fakir düştünüz, o zaman ne yaparsınız?” Bu soruya da ilkine benzer bir cevap gelir: “Köye dönerim, sonraki hayatıma köyde devam ederim.”
Bütün yolların ve cevapların köye çıktığı böyle bir ortam, çok da yabancı gelmedi bana. (Hep derim, bir köyü olmalı insanın, yolunu gözleyen ve dönebileceği.) Köy ya da mahalle, kasaba ya da şehir olmasına fazla takılmayın cevapların; iyi günde de kötü günde de insanın dönmek istediği (dönebileceği) yere ben “vatan” diyorum. Geri dönenleri eksiğiyle, fazlasıyla, hiçbir ön yargıya kapılmadan olduğu gibi kabul eden, sinesine basan, arındıran ve özüne döndüren yerdir “vatan”. Vatan, insanın evidir ve bundandır Paris’teki arayışlardan ve savruluş yıllarından sonra İstanbul’a dönen Yahya Kemal’e “eve dönen adam” denmesi. (Nâzım her ne kadar “memleket” kelimesini tercih etse de biz “vatan”da ısrar ediyoruz bu metinde.)
Vatan denince aklıma matruşka bebeklerde olduğu gibi büyükten küçüğe doğru iç içe geçmiş bebekler gelir. Önce Adapazarı gelir, sonra sırasıyla Geyve, Karaçam. Daha sonra İstanbul’dan bir gün önce gelmek için can attığım dere kenarındaki ev gelir, ceviz, kiraz, erik, akasya ağaçları gelir. Yine matruşka örneğinden ve anaç bebekten hareketle söylemek gerekirse Adapazarı, benim dünya cennetimdir. Büyük bebekten sonra gelenler cennet içinde cennettir benim için. Bu cennetin melekleri vardır, ırmakları, gölleri, köprüleri, masalları, rüyaları, kuşları ve kedileri vardır… Bütün bunlarla beraber ve bütün bunlarla birlikte trenleri vardır. Trenleri vardır dedim ve bunu durup dururken denemedim. Çocukluk masalımın düdüklü ve dumanlı kahramanlarıdır onlar. Hayatımın ortasından geçip beni ailece perişan etseler de onlara olan sevgim, ilgim hiç azalmadı.
Adapazarı ile tren ne zaman yan yana gelse hep heyecanlandım, söylenenlere kulak kabarttım. (En son Ercan Yılmaz’ın Şark Ekspresi’nde olduğu gibi. Bir de kitabın içinden Edirne çıkmasın mı? Matruşka dejavusu oldu benim için.) Benimki kurgusal bir “uzun hikâye” değil, hayatın, insanın kaynağına inen, bin bir geceden arta kalan efsunlu ve ontolojik bir masal. Kırkı çıkmıştır trenlerle ilgili yazdığım yazıların. Çok az yolcusu oldu Oğuz (Atay) abi, ama olsun, bu toprağın insanı böyledir; kendisine ayna tutana itibar etmez, göz düşürmez.
Bu sefer gönlüm, 1930’lu yıllarda tozu dumana katarak cümle börtü böceği, tabiatı, canlıları uykusundan uyandırarak İstanbul’dan Sapanca’ya, oradan da Adapazarı’na doğru seyahat eden “tenezzüh trenleri”ne kaydı. 1934 yılında Akşam gazetesinin “Memleket Haberleri” sütununun hemen altına attığı başlıkta, çocukluğumdan beri gördüğüm rüyayı 1930’larda görenleri haber yapması, beni nasıl sevindirdi, gönendirdi, mutlu etti bilemezsiniz. Gazetedeki “Sapanca’ya tenezzühe gidenler” ana başlığının altında bulunan, mukayese ile birlikte tavsiye de içeren “Türkiye’nin İsviçre’si olan Adapazarı’nı da ziyaret etmelidirler” şeklindeki alt başlık da öyle. Başlığı, bir Adapazarı sevdalısının attığı ne kadar da belli oluyor değil mi? (Adapazarı sevdası genetiktir, nesilden nesile geçer.)
Özellikle hastalandıklarında tedavi olmak için İsviçre’ye giden birçok sanatçı ve devlet adamının olduğunu biraz kitap karıştıran herkes bilir. Memleketi İsviçre’den kurtarmaya çalışan “Yeni Osmanlılar”/”Jön Türkler” de vardı yanlış hatırlamıyorsam. Yahya Kemal’in “Siste Söyleniş” şiirinde “Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri / Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri” dizelerinde İsviçre gölleri ile İstanbul arasında benzerlik kurduğunu da biliyordum ama tabiatıyla, doğal güzellikleriyle öne çıkan bu Avrupa ülkesiyle Adapazarı’nın birlikte anıldığından haberim yoktu.
Haberin içeriğine bakıldığında -ne kadar doğrudur bilinmez- bu tenezzühün geçmişiyle ve kendisiyle ilgili bilgilere de rastlarız. Adapazarı’ndan bir muhabirin yaptığı bu imzasız haber metninin “15 Temmuz’dan itibaren Sapanca’ya işlemekte bulunan tenzilâtlı tenezzüh trenleri, İstanbul halkına şirin Adapazarı’nı doya doya seyretmek fırsatını vermiştir.” şeklindeki ilk cümlesinde bu trenlerin ne zamandan beri işlemeye başladığını okurlarıyla paylaşması ayrıca dikkati çeker. Sonraki cümleler ana başlığın altındaki alt başlığın niçin atıldığını izah etmeye çalışır tarzda yazılmıştır. “Fakat şehrimiz için gelen trenlerdeki kafileler de Sapanca’ya inmekte ve orada kalmaktadırlar. Bu yüzden üç tren de şehrimize boş olarak gelmektedir. Halbuki memleketimize tenezzüh için gelecek olan ziyaretçiler güzel ve şirin Adapazarı’mızı her nokta-i nazardan sevecekler ve memnun kalacaklardır.” (Manevra yapıp geriye dönebilmek için Adapazarı’na geliyor olmalılar.)
Akşam gazetesindeki yazının devamında Adapazarı’nın sosyal, kültürel ve ekonomik hayatı ile gelenlerin burada gezebilecekleri veya görmek isteyecekleri -Çark Suyu, Serdivan’daki İzmir usulü üzüm bağları, Erenler Tepesi- gibi yerler hakkında bilgiler verilir ki bu bölümleri, o günün mevcut durumunu eksiksiz yansıtması açısından olduğu gibi buraya alıyoruz:
“Bu vesile ile onlara (ziyaretçilere) şirin kasabamız hakkında malûmat vermeyi bir vazife addederim. Coğrafî nokta-i nazardan şehrimiz hakikaten bir adadır. Şarkını tamamen bir Sakarya Nehri, garbını münhani (eğri) şekillerle Çark Suyu çevirmiştir. Sapanca Gölü’nden çıkan Çark Suyu, tam şehrin kenarındaki çark tabir olunan mesireye vâsıl olarak muhitini süsler. Bu suyun her iki tarafını 300 metre tulünde (uzunluğunda) beton sahil ve demir parmaklıkla şehir belediyesi çerçevelemiştir. Baş ve nihayetinde bir çağlayan ve şelâlecik husule getiren bu su bir de dolap çevirmekte ve 20 metre irtifadaki (yükseklikteki) kuleye su çıkararak şehri tatmin etmektedir. Dere halini alan bu suda sandal sefaları da yapılmaktadır. Cesim çınarların gölgelerindeki büyük gazinoda çağlayanların sesini dinleyerek hiç olmazsa beş altı saat gönül eğlendirmek ne tatlı olur. Diyebilirim ki Türkiye’nin ve hattâ Avrupa’nın hiçbir tarafında böyle tabiî manzaralı güzel bir mesireye tesadüf olunamaz. Bu suda (Ankara Postası) filminin bir kısmı ikmal edilmiştir. Serdivan mevkiinde aynı İzmir usulü üzüm bağları yetiştirilmiştir. Bu mevkie çıkılınca: İnsan kendini Bursa’nın Keşiş’inde zanneder. … Memlekette yalnız 50 metre irtifalarında Erenler tesmiye edilen küçük bir tepe de mevcuttur. Bu tepe şehrin nirengisi olmak itibariyle kule vazifesini de görmektedir. İnşaat çok fennî bir tarzdadır. Gayet muntazam ve her şeyin ayrı ayrı çarşıları vardır. Şehrimiz hemen hemen vilayetlerimiz mesabesinde büyük bir kazadır. İstanbul usulü otelleri, gazinoları, bahçeleri, sineması ve şehrin tam merkezinde en mutena çam ağaçları ve çiçeklerle bezenmiş bir parkı da mevcuttur. Mükemmel elektrik tesisatı vardır. Parkla istasyon arasındaki büyük asfalt caddesini temiz aile bahçeleri, dondurmacılar ve tatlıcılar süslemiştir. Hayat çok ucuzdur. Maarif de çok ileridedir. Merkezde yedi ilk mekteple bir de muhtelit orta mektep mevcuttur. Talebenin fazlalığından bu şekil kâfi gelmemektedir.”
Başka sebeplerin de bulunması ihtimal dâhilinde olmakla birlikte, bir yıl önce (1933) Nahit Sırrı Örik’in Adapazarı’nı ziyaret etmesi ve burayla ilgili bir yazı kaleme alması, sonrasında birçok edibin dikkatlerini Adapazarı’na çevirmesinin nedenlerinden biri olabilir. Örik’in bu yazısında Adapazarı’nı komşusu İzmit’le karşılaştırması ve şehri birçok yönden İzmit’ten üstün bulması da vurgulanması gereken bir başka mevzudur. İki yazıda (ve diğer yazılarda) “Çark Suyu” ve “Erenler Tepesi” gibi şehrin öne çıkan yerlerinin tanıtılması ayrıca dikkati çeker. Akşam gazetesinde çıkan imzasız yazıyla Örik’in yazısı arasındaki temel fark ilkinin içten, ikincisinin dıştan bir bakışla kaleme alınmış olmasıdır. (Örik’in İzmit’le ilgili müstakil bir yazı kaleme aldığını konunun meraklıları için buraya kaydedelim.)
Tren bahsiyle ilgili söylediklerimizi, bu ulaşım aracının özellikle Cumhuriyet’in onuncu yılından sonra aldığı yeni görünüm ve girişimler ışığında toparlayalım. “Onuncu Yıl Marşı”na giren “Anayurdu demir ağlarla örmek” ibaresi, konuya devlet iradesinin bakışını göstermesi bakımından mühimdir. Demiryollarının millîleştirilmesi projesiyle birlikte, birçok şehir ve kasabanın ek hatlarla ana demiryolu güzergâhına eklemlenmesi veya bağlanması, bu ulaşım ve taşıma aracına verilen öneme işaret eder. Yine Cumhuriyet’in onuncu yılından sonra başlayan “tenezzüh treni” uygulaması hiç kuşkusuz demiryollarını halka açma, fark ettirme ve daha fonksiyonel kılma amacı taşır. Bu uygulama aracılığıyla İstanbul ve Ankara gibi merkezî şehirlerde yaşayanlar, yakın kasabalara günübirlik olarak taşınır. Bütün bu uygulamaların amacı halkın gezme, görme, bilgilenme ve eğlenme ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır ki bu durum gidilecek yerler için de oldukça prestijli ve heyecan vericidir.
8 Haziran 1934 tarihinden itibaren Ankara-Çankırı arasında işlemeye başlayan “tenezzüh treni”nin seferleri -diğer bölgelerdeki seferler gibi- yaklaşık dört yıl sürer. Bugünkü “Doğu Ekspresi” turlarını akla getiren “tenezzüh trenleri”nde büyük bir market vagonuyla birlikte sağlık, tiyatro, sinema, yolcu ve restoran vagonları bulunur. Gidilen/gezilen yerler hakkında bilgiler veren rehberler istidam edilir. Tüm bu ayrıntılar, bu uygulamanın ne kadar ciddiye alınıp profesyonelce icra edildiğini gösterir. Sapanca’ya (dolayısıyla Adapazarı’na) gelen tenezzüh trenleri, bu trenlerle ilgili basına yansıyan haberler, yöneticilerin ve halkın bu uygulamaya gösterdiği teveccüh, beni şaşırttı. Bu ve benzer uygulamaların bugüne de ilham vermesini dilerim.
Yazıya bir soruyla başlamıştım; noktayı da bir soruyla koymak isterim: “Haftada üç gün düzenlenen tenezzüh tren seferleriyle seyahat edenler, toplumun hangi kesiminden (üst düzey memurlar/görevliler, maddi durumu yerinde olanlar, emekliler vb.) oluşuyordu? Seyahat edenler içinde hiçbir vasfı olmayan halktan insanlar da var mıydı, yoksa bu trenlere binmek ve gezmek de sınıfsal bir olgu muydu?” … Cevabı okura bırakılan soruyla yazı aslında bitmişti. Fakat geçen hafta Adapazarı’nda katıldığım panelde (10 Ocak 2025, Cuma) tanıştığım genç bir arkadaş, Nâzım’ın “Orhan Selim” takma adıyla kaleme aldığı “Sapanca Dönüşü” başlıklı yazıyı verdiği sözü tutarak tarafıma gönderince yazının kaderi ve işin rengi değişti. Yazı “9 Temmuz 1935” tarihinde Akşam gazetesinde yayımlanmıştı ve trenle “evcek” yapılan bir seyahatten bahsediyordu.
Şair “tenezzüh treni” demese de, bu tür trenleri akla getiren bir trendi anlatılıyor. Nâzım şiirlerinde de trenden hareketle imgeler oluşturmayı sever ama bu yazı, deneme-anı-günlük özellikleri taşıyan türler arası bir yazıdır. Yukarıda sorduğumuz sorunun cevabının en azından bir kısmını bulmak umuduyla Nâzım’ın “evcek” yaptığı tenezzühe bir göz atalım:
“Gölünün görünüşü, elmalarının tadı dillere destandır diye, evvelsi gün, şöyle evcek Sapanca’ya gidelim, dedik… Trene bindik erkenden, çıktık yola.” İlk iki cümle, Sapanca’nın şiirlere, öykülere konu olan gölüne, elmasına gönderme yapar ki insanın aklına Sait Faik’in hikâyeleri, Turgut Uyar’ın şiirleri gelir. Özellikle ikinci cümle beni şaşırtmadı dersem doğruyu söylemiş olmam çünkü şair, yolu tarif ederken “Her yolun gidişi güzeldir. Biz de gitmesine güzel gittik. Yol iniş aşağıydı, vagonlar çok kalabalık ve hava çok sıcak değildi.” demesi ve İstanbul’dan geliş yolu için “iniş aşağı” ifadesini kullanması, tren yolu hattında o günden bugüne çok şeyin değiştiğini gösterir.
Metnin başlığından da anlaşılacağı üzere şair aslında bu tenezzühün daha çok dönüşüne odaklanır: “Sapanca’da neler gördüğümüzü anlatmaya niyetim yok. Doğrusunu isterseniz o kadar çok şey görmeye de vakit kalmadı, dönüş treni geldi. Bindik. İşte iş burdan başlayarak çatallaştı. Bizi gerisin geriye İstanbul’a götürecek trene, binmedik, bir gürültü bir itişme ve kakışma içinde kendi kendimizi yükledik. Tren yirmi vagonluktu. Tıklım tıklım dolu yirmi vagonu bir tek tıknefes lokomotifin kuyruğuna takmışlar. Zavallı lokomotif uflaya puflaya, cılız bir beygir gibi kımıldandı.”
Nâzım’ın Sapanca dönüşü tam bir maceraya dönüşür. Tren, İzmit’i biraz geçtikten sonra “birden” ve “zınk” diye duruverir çünkü önündeki rampayı tırmanmaya cılız lokomotifinin gücü yetmez. Tüm çabalar rampa karşısında aciz kalır. Geriye kala kala “yolcuların inip treni arkadan itmedikleri kalır.” Bu hengâmede telgrafla bir başka lokomotif yardıma çağırılır. İki lokomotifle bir miktar daha yol alınır ama bu sefer Gebze’ye yedi kilometre kala tren tekrar zorlanmaya başlar. Yine rampa çıkmıştır karşısına. Başka çare bulunamayınca yirmi vagondan ikisi çözülür ve onların içindeki yolcular ağız ağıza dolu diğer vagonlara bindirilir. Nâzım’ın ifadesiyle “Hani bardak olsa taşardı, vagonlar taşmadı.” Şair ve ailesi normal vaktinden iki saat sonra Haydarpaşa’ya ulaşır, bugün Anadolu yakasındaki son ve büyülü istasyon olma niteliğine kaybeden Haydarpaşa’ya. Birçok türküde, şarkıda, filmde, aşkta, hatırada yaşamaya devam eden Haydarpaşa’ya. Cılız lokomotif(ler)in arkasına bağlanmış tıklım tıkışık yirmi vagon, rampalarda yaşanan patinajlı maceralar, birkaç vagonun boşaltılıp yükün bir nebze olsun azaltılması gibi çare aramalar, doksanlı yıllarda İstanbul’da işlemeye başlayan tramvayları Gülhane Parkı’nın önünde ittirdiğimiz günleri aklıma getirdi. Bu memlekette halkı taşıması gerekenleri hep halk taşır, hep halk ittirir, bunu biz trenlerden, tramvaylardan (hatta otobüslerden) öğrendik.
Soruma yine cevap bulamadım sevgili okur, ihale yine sana kaldı. Otuzlu, kırklı, ellili yıllarda devlet büyüklerinin kendilerine mahsus vagonları, trenleri vardı. (O zaman uçaklar, zırhlı arabalar yoktu.) Bunları dışarıda bırakıp üçüncü mevkide seyahat edenleri merkeze alırsak veya Nâzım’ın bir hayli çile çekerek yolculuk ettiği trenden hareketle ifade etmeye çalışırsak perdeyi şöyle bir cümleyle indirmemiz mümkün: Halk vagonlara akın etti, vatandaş trene binemedi!